("blog’un ilk yazısı ne olmalı", "neyse blog açtım ama yazı yazmak zorunda değilim abi ya" diye düşünürken instagram’da geziyordum. yine birilerini kıskanınca bunun hakkında yazmak istedim. keyifli okumalar.)
bazı insanlar var, fotoğraf çekince oluyor. binaya bi bakıyor mesela, alelacele telefonu çıkarıp maksimum 10 saniyede çekiyor. ben o esnada yokuş çıkmaktan tıkanmışım, gözlerim buğulanmış, görmemişim bile. orda ne var, bina ne renk farkında değilim. hadi mimari fotoğraflar kolay diyelim (asla değil), selfie çekip de güzel çıkan insanlar beni çok büyülüyor. dünyanın en karanlık barında bile o kişi telefonunu bi çıkartıyor, şak. poz olmuş, ışık tamam, makyaj yok ama fotoğrafta var gibi yani öyle bi ışık, filtre bile yok, doğal çekmiş, anlık.. o kız.. o kız olmak istiyorum.
ben de denedim. 2022-2024 arasında herkesin çantasından dijital kamera çıkıyordu. her buluşmada fotoğraf faslı gelince 2009’a ışınlanıyorduk. bizim evde de vardı bir tane, özendim. dijital kamerayla falan çekersem güzel çıkar sandım, olmadı maalesef. benim makinem vintage değil, sadece eski.
özetle, asla güzel fotoğraf çekemiyorum.
neden bilmiyorum ama olmuyor yani o gen yok bende ne yapayım. ışığı, netliği, diyaframı falan... hiçbir zaman tam anlamadım. arkadaşlarımdan çok iyi fotoğraf çekenlere kaç kez sordum, bunu nasıl yapıyorsun şu ayar ne işe yarıyor diye, iyi fotoğraf çekmek için çok uğraştım.
yanlış anlaşılmasın, bu konuda bi arşiv tutkum ya da ruhum doysun/anı yakalayayım hissim yok. işin sanat kısmında değilim çoğu zaman. cool fotoğraflar atmak istiyorum sadece. (cool çok millennial bi kelime bu arada, başka kelime bulamadım)
mesela düşünün, bir sürü kişi yurtdışına çıkıyor, paylaştıkları fotoğrafları gözünüzün önüne getirin. görünce diyorsunuz ki ne güzel ya italya’ya gitmiş, ne güzel tatil keşke ben de gitsem. roma.. sanat, kahve, dar sokaklar, kiliseler..
benim italya tatilimde çektiğim fotoğraflara bakın şimdi:
ne netlikten haberdar.. ne açıdan.. ne kompozisyondan.. ne acı bir hayat.. ense fotoğrafçısı olmak için doğmuş.
ben instagram’ı son bir sene haricinde hiç kullanmıyordum, ne paylaşıcam diye düşünüyordum, kapatacaktım az kalsın. story de nadir atıyorum. buna rağmen bu seçilmiş kişiler alışveriş poşetini bile paylaşsa “ben benim hayatıma tüküreyim” dedirtiyorlar, etkileniyorum. çünkü çok profesyonel, nereye zoomlayacağını biliyor, renkten anlıyor. bi de dikkat edin bunlar genelde çok iyi giyinirler.
ama gördüm ki son zamanlarda artık mesele netlik değil. ışık değil. anlam da değil. trendler değişti, o kızlar da değişti. uzun gözlemlerim sonucu bu seçilmiş kişilerin taktiklerini çözdüm.
zoommania --> her şeye zoom. kahve köpüğü, anahtar ucu, avuç içi. nereye zoomladığın değil, zoomlamış olman önemli.
pov --> ekran çekmek. laptop olur, tv olur, başka bi telefon bile olur. ortam biraz loşsa daha iyi çalışır. ama açısını düzgün ayarlamak gerek, yamuk çekmek daha makbul.
kolaj --> bu çok bana hitap etmese de bi albenisi var kesinlikle. o gün çekilen fotoğraflardan farklı kısımları çektiğin selfie etrafına serpiştirmek. ortada kafam, etrafta çorap, masa köşesi, caprisun. dump atmanın story hali bu galiba.
bunları keşfettim de profilim şenlendi gibi bir şey olmadı tabi ki. biz kedi postlamaya devam.
geçen gün bi video izledim. bi tane çocuk (7 yaşında falan) keman çalıyor. öyle bir çalıyor ki yani bitmiş daha ne öğrenecek ki dedim izlerken. 7 yaşındasın ve bitti keman daha ne çalışacaksın ki. (ayrıca bu child prodigy videolarını 2-3 ayda bir internete salan bir yapay zeka olduğunu düşünüyorum. amaç bana “bak bak işte seni de annen baban zamanında yollasaydı kemana sen de böyle olurdun” diye hissettirmek. bu hissin bağımlısıyım. bence annemler beni 4 yaşında baleye yazdırmadı diye dansçı olamadım. geç kalmışlar, düşünememişler çoğu şeyi bence. onların hatası.)
ve içimden şey geçti:
"ya ben de.. aslında.. istesem çalardım bunu."
yani içimde garip bir özgüven var. hiçbir pratiğe dayanmayan, hiçbir deneyimle desteklenmeyen ama asla sarsılmayan bir özgüven. sanki böyle.. bi sabah uyanıp heves etsem.. işte piyano, bateri, saksafon, hepsi.. üç ayda öğrenirim gibi geliyor. ama flütü bile düzgün çalamıyordum ilkokulda. flütü ısırıyordum, ilk yapmayın diye öğretilen şey ısırmamak zaten.
ama yine de beynim şey diyor:
"yoo, bi boşluğunu bulamadın sadece. sen aslında çalarsın. hepsini. istesen."
bahane yani sadece. vaktim var (işsizim zaten şu an), hevesim de yok değil yani biri beni sürükleyip yazdırsa kursa düzenli giderim kesin. ama yokmuş gibi davranmak daha güvenli.
çünkü çalmaya başlarsam.. çalamadığımı öğreneceğim. ve bu beni çok üzecek. o yüzden çalmıyorum.
ama aklımda hala şu fikir var: ben aslında çok yönlü bir sanatçıyım. sadece henüz başlamadım.
çünkü... çünkü önce biraz daha youtube’da beginner piano tutorial videosu izlemem lazım.
belki sonra.
dün tofu yedim ilk defa. niye yedim bilmiyorum şu an düşününce. keşke tadını merak ederek hayatıma devam etseydim.
ama işte merak… bir de bazen insan kendini çok büyük görüyor, nasıl hala tofu yemedin cık cıks diye kendimi zorbaladım mesela ben bu konuda. yine de her şeyi yeme yani, tofunun işi yok insan diyetinde. kim niye durup dururken "acaba bir şey kaybediyor muyum tofu yemeyerek?" diye düşünür. tamamen şov.
ağzıma attım. ilk verdiği his: crocs. bildiğin terlik çiğniyorum gibi. hatta insan derisi çiğniyorum gibi de geldi bir an için. aa hatta şey, küçükken hiç kağıt ya da peçete çiğnediniz mi bilmiyorum. benim öyle bir dönemim olmuştu. ağzında peçeteyi çiğnersin parçalanmaz böyle sert bir kütle olur ama tam sert de değil, peçetenin rengi değişir hafif kararır. bunları yazdığıma inanamıyorum ama cidden texture’ı tam olarak böyleydi.
tadı? tadı yok. ama çok yok. böyle tarif edilemeyecek kadar yok. su bile içince “oh, su gibiymiş” diyorsun ya, tofu öyle bile değil (su bile dedim ama suyun da tadı olduğunu iddia edenler var??).
dümdüz de yemedim bu arada, burayı okuyan birileri varsa bana tarif atmasınlar dm’den. baya tarif baktım; baharatladım, mısır unuyla kapladım ve onu gastronomi tarihinin en erdemli process’ine soktum: kızartma. öyle az yağda değil yani, bildiğin anne kızartması gibi kızarttım. hani yağdan çıkınca hala ses geliyor ya bir süre, o ayarda. yanına patates de kızarttım. gittim 20 dakika izleyecek bir şeyler seçtim özenle, çok eminim çünkü tadı güzel olacak o yüzden boşa gitsin istemedim. ve tadına bakana kadar umutluydum, kafamda tofudan bira tabağı yaptım gibi geliyordu. olmadı. (bu arada baya kızarttım ama pişti mi anlaşılmıyordu tadından, tam pişen bir şey değil sanırım. pişmeden önceki haliyle aynıydı içi)
sonuç olarak, tofu yedim. bir de paketin hepsini ben yedim çünkü evdekiler net yemez. israf edemezdim zaten, proteindir şifadır..
cidden bazen keşfetmemek, mental sağlığa protein kadar faydalı.
(p.s. biliyorum tofunun tadıyla dalga geçmek çok klişe ve ileride bi noktada vegan olacağımdan %100 eminim ve illa ki yiyeceğim. yine de severek yiyenler bi kendinizi revize edin olacak iş değil.)
(p.s.2 ileride matcha’nın da ne kadar abartıldığı üzerine de aşşırı orijinal fikirlerimi açtığım bi yazı yazacağım. resmen sütlü kına içiyorsunuz sesimizi çıkartamıyoruz böyle bi rezalet olamaz.)